Türkiye’de son günlerde Şeyh Said üzerinden bir tartışma konusu alıp başını gidiyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi bir bulvara Şeyh Said ismini vereceğini açıklayınca kızılca kıyamet koptu...
Çünkü resmi tarihe göre Şeyh Said bir İngiliz ajanı ve isyankâr bir hain, olaya resmi tarihin dışında bakanlar için ise Şeyh Said İslam kahramanı bir mazlum. Tüm bu tartışmaların gölgesinde bizler de sizler için mezarı bile olmayan, buna bile layık görülmeyen Kürt alimlerini araştırdık ve karşımıza ilk olarak Bitlisli Said Nursi hazretleri çıktı. İlk olarak Şeyh Said ile Said Nursi’nin birbirinden farklı kişiler olduğunu hatırlatalım.
SAİD NURSİ İDAMLA YARGILANIYOR
Kimilerine göre Said-i Kürdi kimilerine göre Said Nursi, kimilerine göre ise Molla Said. Soy isim kanunu geldikten sonra ise Said Okur…
Yeri geldi siyasetle ilgilendi yeri geldi din, ilim ve irfan ile uğraştı.
Mesela II.Abdülhamit’e başvurarak Van’da bir üniversite kurulmasını istedi. Fakat padişah onu akıl hastanesine attı.
Oradan kurtulunca Selanik’ e gitti, İttihat ve Terakki cemiyetine katıldı. Fakat onlarla anlaşamadı, İttihadı Muhammedi partisinin kurucularından biri oldu. 31 Mart Olayı’na karışmaktan idamla yargılandı ama beraat etti.
1925’te Şeyh Said İsyanı nedeniyle hakkında soruşturma açıldı.
Isparta’nın Barla nahiyesine sürüldü. Geneli sürgün hayatında yazdığı 6000 sayfalık Risale-i Nur eserlerini yazdı.
Artık onun hayatı takip, sürgün zulüm ve hasretti.
SÜRGÜNLE GEÇEN BİR ÖMÜR
Bitlis’in Hizan ilçesinin yalçın dağları arasında kurulu Nurs köyünde 1873 yılında dünyaya gözlerini açan Said Nursi, din eğitimine 9 yaşındayken başlamış, 21 yaşındayken “Bediüzzaman” olarak çağrılmıştı.
1926 Şubat ayında Van’dan alınarak önce Erciş, oradan da Samsun, İstanbul, Antalya, Isparta üzerinden Burdur’a sürgün edilen Said Nursî, hayatının hiçbir döneminde hiçbir olumsuz davranışta bulunmadığı halde, hep sürgün yemiş, mağdur edilmişti.
SAİD NURSİ, SUÇLAMALARA KARŞI İTİRAZ EDİYOR
Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sevk ediliyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların atfettikleri suç nedir? Dini siyasete alet yapmak mı? Fakat niçin bunu tahakkuk ettiremiyorlar? Çünki hakikat-ı halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor; diğer bir mahkeme aynı mes’eleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. (...) Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı, esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.”
Bediüzzaman Hazretleri 1960 yılının 21 Mart Pazartesi günü saat 11.00’de Urfa’ya gelir. Urfa’da İpek Palas Oteli’nde 27 numaralı odaya yerleşir
Urfa Emniyet Müdürlüğü tarafından otele polis gönderilir. Derhal Isparta’ya dönmeniz lâzım denilir. Bediüzzaman Said Nursî’ye durum tebliğ edilir. Bediüzzaman Hazretleri: “Acayip! Ben buraya gitmeye gelmedim. Ben belki de öleceğim” der.
Nihayet takvimler 23 Mart 1960 Çarşamba günü Ramazanın 25’inci günü saat 03.00’ü gösterdiğinde vefat haberi duyurulur. Ve sonrasında Halilürrahman Camii’ne defnedilir. Fakat 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra askerler onu mezarından çıkarıp askeri bir uçakla Isparta’ya götürür.
O gün bu gündür nerede gömülü olduğunu çok az kişi bilmektedir.
Neden böylesi bir zatın Urfa’daki mezarı kazılarak cesedi alınıp bilinmez bir yere gömülür?
Diriyken onu göz altında tutanlar, ölüsünden neden korkarlar?
Mezarının yerinin neden bilinmesini istemezler?
Sonuç olarak ömrünün çoğu sürgünlerde geçen, hiç evlen(e)meyen, iki defa gömülmesine rağmen hala mezar yeri belli olmayan bir alimin suçu ne olabilir ki?