KÖŞE YAZISI EMEKLİ ÖĞRETMEN KADDUR AKSOY’’UN ACIKLI YAZISI O köy bizim köyümüzdür. ‘’Gezmesek de tozmasak da o köy bizim köyümüzdür.’’

Yıl 1960 Güneydoğu’nun toprak yapılı, tezek kokulu, yol, su, elektrik, telefon gibi tüm devlet imkânlarından mahrum Savur’a bağlı İşgören (Kavsan) köyümüz iki yüz elli hanelidir. En yakın il olan Diyarbakır-Mardin karayoluna ulaşmak için dört saat yaya yol yürümek gerekiyordu. Bu nedenle hasta insanlara muska yazma, kurşun döktürme, türbelere götürerek dua etme dışında hiçbir şey yapılmadan kaderlerine terk ediliyordu.

Cehalettin hüküm sürdüğü bu coğrafyada, çok basit olaylar yüzünden çıkan kavgalarda, insanlar suçsuz yere ölüyor, yaralanıyor ve ardından asırlarca süren kan davalarının temeli atılıyordu. Hapishaneler, çıplak ve aç insanlar, geleceğin umudu gözü yaşlı çocuklar.

Genç kızlar küçük yaşta istekleri dışında belki de evlenecekleri erkeği hiç görmeden başlık parası alınarak evlendirmeye zorlanıyordu. Kadına bir köle gözü ile bakılıyor, tarladaki tüm işler, ilkel araçlarla yani insan ve hayvan gücü ile yapılıyordu. Ardından yağmur duası ve umutlar! Bir bakarsın ki, yıl kurak geçmiş, ekinler başak açmadan kurumuş ya da dolu vurmuş tüm umutları almış süpürmüş. İşte o zaman başlar geçim korkusu, namerde muhtaç olma, arpa ekmek bulmak için çocuğu kadar sevdiği sarı ineği istemeyerek gözden çıkarmak.

Evet büyüklerimizin bize miras bıraktığı bu dikenli zor yaşama rağmen, babalarımız ağalı dönemleri anlatınca yaşantımıza şükrediyor, kendimizi cennette sanıyorduk.

Köyde okuma-yazma bilen tek insan Bozo Dayı idi. Latin alfabesine geçiş yıllarının el yazısını askerde öğrenmişti. Askerden gelen, giden mektupları Bozo Dayı okur ve yazardı. Zorunlu olmamakla birlikte mektup yazdıranlar Bozo Dayı’ya iki, okutanlar ise bir yumurta götürürdü. Bu kural haline gelmişti. Yumurta götürmeyenler kendilerini mahcup hissedecekti. Onun yazısını ondan başkası okuyamazdı. Mektup başlığını ezberlemiş, mektupta yazılı olmazsa bile evdeki tüm insanları ismen okur selam ettiğini ve her mektupta oğlunuzun paraya ihtiyacı var derdi. 

Bozo Dayı, geniş omuzları, iri kemikleri, iki metre boyu ile köyün en iri adamıydı. Meyrı ve Sıttı adlarında iki hanımı vardı. Yeni eşi Sıttı’yı daha çok severdi. Meyrı ise tam bir köle muamelesi görüyordu. Davullu zurnalı düğünleri çok seven Dayı davul sesini duyunca yerinde duramaz, hemen oynardı.

Meyrı’den olma oğlu Mahmut’un bir gözü yanlış yapma ilaç kullanmadan dolayı görmüyordu. Onunla çamurdan oyuncak evler yapar daha sonra bozardık. Köyün üstünden bir uçak geçti mi, tüm köylüler dışarı çıkar uçağa el sallarlardı. Tıpkı ay tutulmasında teneke çalıp ses çıkartmaları gibi. Mahmut’un küçük üvey kardeşi Davut, ağlayıp kendini yerden yere vururdu. Bozo Dayı’dan uçağı geri getirmesini isterdi. Dayı boynunu bükerek uçağın uçuşunu seyre dalar ve arkasından askerlik anılarını, gördüğü şehirleri tatlı tatlı heyecanla anlatırdı.

Akşamları köyde idare lambası ışığında, korkunç masallar anlatılırdı. Sonra bu masallardaki canavarlar rüyamıza girer, uykularımızı bölerdi. Sanatçı; “Yaşamak Direnmektir” sözünü belki de bizim köyün insanları için söylenmişti. İşte böyle acımasız, çarpık ve adaletsiz bir coğrafya da 1960 yılında ülkemizde yapılan askeri darben sonra, yaşam kavgasını veren köyümüzde o yıl ilk defa ilkokul açılacaktı. Yani devlet bugüne kadar gelemediği köyümüze gelmişti. Evet o köy artık bizim köyümüzdü.Köylülerin bir kısmı okula karşı çıkıyordu: “Günaha giriyorsunuz. Çocuklarınız , yarın erkek çocuklarınız kısa kollu gömlekle dışarıda dolaşırlarsa hiç şaşırmayın. Okula göndermek yerine camiye gönderin. Hem dünyayı hem ahreti kazansınlar.” Diyorlardı. Bozo Dayı ise okulun çok iyi olduğunu, tüm çocuklar okur – yazar olacaklarını, ilerde mektup dahi yazabileceklerini, Türkçe konuşmayı öğreneceklerini, terbiyeli ve faydalı birer insan olacaklarını, en başta kendi çocuklarını okula göndereceğini söylüyordu. Köylüler iki duvar arasında sıkışıp kalmışlardı. Kime ve neye inanacaklarını bilmiyorlardı. Ama değişim ve yeniliklerden yana idiler.

Çevrem, öğretmeni hiç görmedikleri halde öğretmenin sürekli dayak atan, kızdığında çocukları öldürebilen biri olarak tanıtmıştı.

Bu yüzden daha görmediğimiz, tanımadığımız öğretmenden çok korkuyorduk.

Çimentoyu ilk kez okul inşaatında gören köylüler inşaatın başından ayrılmıyorlardı. İnşaat bitmiş ve beklediğimiz gün gelip çatmıştı.

81F58352 6240 4E70 B0C3 8F595D96B07D

Bir ikindi vakti elinde bir tahta bavulla değişik giyimli, bıyıkları yeni terlemiş ve öğretmen olduğunu söyleyen biri gelip muhtar babamın evini sordu. Adı Erden Denizeri olan öğretmenin İstanbullu bir deniz subayının tek çocuğu olduğu, bir yaşında iken babasını kaybettiği, Suna adındaki annesinin başka bir adamla evlendiğini sonradan öğrendik.

Erden Öğretmenin ilk işi köyümüz imamını ikna ederek onun oğlu ve kızlarını bizimle beraber okula kaydetmek oldu. Okul yeni açıldığı için sıra ve masaları yoktu, kendi evimizden getirdiğimiz küçücük kürsülerde oturuyorduk. Arkadaşlarımız içinde sakal tıraşı olanlar bile vardı. Öğretmen ilk gün bizi sıraya dizip demir direğe ilk kez gördüğümüz kırmızı bir bayrak çekti. Karşımıza geçerek el kol hareketleriyle yüksek sesle bir şeyler söylemeye başladı. İstiklal Marşı’nın ne olduğunu bilmiyorduk. Bu yüzen hepimiz gülerek onunla alay ettik. Bu öğretmen deli olmalı diye düşündük, çünkü tek kelime Türkçe bilmiyorduk. Erden Öğretmen kızarak bizi cezalandırdı. Bir kilometre koşu yaptırdı. Tabi kendisi de bizimle beraber koştu.

Daha sonra kalem ve silgi dağıttı. Bazı arkadaşlarımız renkli silgiyi şeker sanıp yediler. Benim silgim kırıldığı için günlerce ağladım. Köyde bir okuryazarlık seferberliği kendiliğinden oluştu. Okula gelemeyen tüm gençler, hata yaşlı adamlar bile dörder kişi bir kurşun kaleme ortak olup dörde bölüyorlardı. Herkes yeleğinin cebinde sigaranın yarısı kadar bir kurşun kalem taşıyordu. Bizimle birlikte onlar da okumayı yazmayı öğreniyorlardı. Defterlerimiz bittiğinde, yırtılıncaya kadar silip yeniden yazıyorduk. Üç ay gibi kısa bir süre sonra herkes kendi mektubunu okuyor ve yazıyordu. Artık Bozo Dayı’ya gerek kalmamıştı. Bozo Dayı yavaş yavaş kıskanmaya başlamıştı. Çünkü kimse onun yazısını beğenmiyordu. Oğlu Mahmut, tüm matematik problemlerini kafadan çözüyordu.

Erden Öğretmen, çalışkan öğrencileri frenlemiyor, öğrenmek isteyen herkese istediği kadar istediği yerde öğretiyordu. Onun öğrencileri sadece biz çocuklar değildik, tüm köylüler onun öğrencisi idi. Herkes ondan bir şeyler öğreniyordu. İnsanlar yarış halindeydi, birinci sınıfın sonunda matematikte dört işlemi, basit problemleri çok rahat çözebiliyorduk. Yazılarımız çok çok güzeldi. Çünkü yazısı güzel olmayanları herkes ayıplardı.  

Öğretmen spora çok önem veriyordu. Futbol, voleybol, güreş gibi. Okul artık köylünün kahvesi ya da uğrak yeri olmuştu. İşini bitiren ya spora ya da seyretmeye geliyordu. Kan davası olan insanlar her şeyi unutmuş birbirleriyle top oynuyorlardı. Akşamları büyük öğrencilerin çoğu Erden Öğretmen’in evinde kalıp orada yatıyorlardı. Öğrencilerin biri çay yapıyor, biri kahvaltı hazırlıyor, diğeri bulaşıkları yıkıyordu. Yani herkese bir görev, bir sorumluluk veriyor, onlarda canla, başla çalışıyorlardı. Kısacası bize Azrail olarak tanıtılan öğretmen bir melek, bir kurtarıcı olup çıkmıştı. Bizimle beraber oturur, kalkar, yer ve içinde küçücük kurtçuklar olan kirli suyumuzdan içerdi.

Hedef belliydi; “cehalet zincirini kırmak.” Örnek davranışlar sergileyerek bunu başarmıştı. Yaz tatillerinde bile İstanbul’a gitmiyordu. Ekin biçmede, harmanda rastgele insanlara yardım ediyordu. Herkesin dilinde Erden öğretmen vardı. Erden Öğretmen annesi Suna hanımı pek sevmiyordu. Annesi çok zengin olmasına rağmen ona hiç parasal yardım yapmıyordu. Hata annelik şefkatini dahi göstermiyordu. Oysa annesinin tek çocuğu idi. Anne çok cimri olduğu için birkaç apartmandan bir daire bile vermemişti. Onun da böyle bir beklentisi yoktu. O sevgiyi, mutluluğu bu insanları eğitmekte bulmuştu. Bu mutlu yaşam devam edip gidiyordu…  

F30456Ba 7732 4D8E B630 90F3Aa61A5Ff

Ancak bu saltanat çok uzun sürmedi. İki yıl çok çabuk geçti. Erden Öğretmen Isparta’ya asker gidecekti. Tüm köylüler şaşkındı. Biz öğrencileri ise inanmak istemiyorduk. Köyde bir yas havası vardı. Tayinini durdurma gibi bir düşünce hiç kimsenin kafasından geçmiyordu. Çünkü o güne kadar köylüler her şeye boyun eğip işi oluruna bırakmışlardı.

Bir sonbahar sabahı tüm köylüler ve biz öğrencilerinin gözyaşları arasında onu askere uğurladık. Artık Erden öğretmen yoktu. Sadece mektupları elden ele dolaşıyordu. Herkes onun hasreti ile, o da bizim hasretimizle yanıp tutuşuyordu. Köye; sevgi, barış ve medeniyet bırakıp gitmişti. O asırlarca devam edecekti. Yani karanlıktaki köyümüze ışık olmuş ve çağ atlatmıştı.

Tahminen iki yıl sonra tüm çevre düğünlerde halayın başını çeken Bozo Dayı düğünün orta yerinde oynarken kalbi durup vefat etti.

Altı yıl sonra yani 1967 Erden Öğretmen askerliğini bitirmiş İstanbullu bir kızla evlenerek İstanbul’da lüks bir hayat sürdürmektedir. Ben, öğretmenlerimin ve babamın ısrarları üzerine altı yıllık yatılı Ergani Dicle İlköğretmen Okulunun sınavını kazanmış, orada okuyordum. Bu arada Erden öğretmenle mektuplaşmayı hiç bırakmamıştım. Erden Öğretmen, bu şatafatlı hayata bir türlü uyum sağlayamadığını her mektubunda yazıyordu. Hep bizleri ve Mardin’de ki, köyümüzü düşünüyordu.  

Nihayet eşini de ikna ederek yine bizim köye öğretmen olarak tayin istedi. Ancak köyümüzdeki öğretmen kadrosu dolu olduğundan onu Mardin’in bir merkez köyüne verdiler. Bu ağa köyünde umduğunun tam tersini buldu. Köylüler onu yönetmeye çalıştı. Karısı pantolon giyiyor diye hakaretlere, tehditlere maruz kaldı. Ağa okulu basıp lojmanın tüm camlarını kırdı ve onu ölümle tehdit etti. Ama o asla bunları hak edecek biri değildi.

Kendisine ve eşine yapılan bunca hakaretleri, tehditleri kaldıramadı. İki gün süre ile lojmanın kapısını korkudan açamadı. Sonunda eşinin ısrarlarına dayanamayarak tüm ev eşyalarını köyde bırakarak bir gece gizlice eşiyle Mardin- Diyarbakır asfaltına yaya çıkarak oradan Diyarbakır ve İstanbul’a gitti.

O sırada ben, Ergani ilköğretmen okulunda öğrenciydim. Bunları bana yazığı mektuplarda yazıyordu. İki ay sonra eşiyle beraber Almanya’ya işçi olarak gitti. Almanya’dan bana yazdığı mektupta, Mardin merkez köyündeki ev eşyasını köye gidip satmamı ve parasını fakirlere dağıtmamı istemişti.

Bir tatil günü okulumdan izin alarak bahsedilen köye gittim. Ancak evinde hiçbir eşya kalmamıştı. Konu ile ilgili hiç kimse konuşmak istemedi. Onu tehditle köyden kovanlar, eşyaları kendi aralarında paylaşıp götürmüşlerdi. Beni de tehdit ederek, derhal köyü terk etmem istendi. Erden öğretmene yazdığım mektupta durumu izah ettim. Cevabı mektupta şöyle yazıyordu; “Ne yapacaksın Kadir, onlar cahil insanlar.”

Yıl 1978… Ben altı yıllık öğretmenim. Mardin İli Midyat ilçesinin Ovabaşı Köyü’nde okul müdürüydüm. Ben köylüleri, köylüler de beni çok seviyorlardı. Bir bahar gecesi geç vakit evimin kapısı çalındı. Kapıyı açınca karşımda on beş yıldan beri görmediğim Erden Öğretmen’i görünce çok şaşırdım. Almanya neresi, Midyat neresi. Ellerini bana gururla öptürdü. Oturup sabaha kadar sohbet ettik. Köyde olup biten her şeyi öğrenmek istiyordu. Gündüz kurbanlık için beslediğim iri koçu beraber kestik.

Erden Öğretmen’i kemiren onu yiyip bitiren bir sorunu vardı. Çünkü onu benim kadar tanıyan yoktu. Sorunlarını şöyle anlattı:

Almanya da bir oğlu ve iki kızı olduğunu, eşi ile birlikte çalıştığını, işlerinin çok iyi olduğunu, ancak bir türlü orayı sevemediğini, oraya uyum sağlayamadığını, tekrar öğretmenliğe dönmek istediğini, ama eşinin buna mâni olduğunu belirtti.  Bu nedenle evde her zaman kendini huzursuz hissettiğini söyleyerek konuşmasına şöyle devam etti. Eşim ile aram sürekli bozuk, evde her gün kavga var. Çocuklarımın psikolojisi bozuldu. Biraz daha sorguladığım da “Aslında O bir Alman’a âşık, tüm maaşını ona yedirdiği gibi, benimkini de alıp ona yediriyor” dedi. “Ne yapmayı düşünüyorsun” dediğimde devam etti; “Pire için yorgan yakacak değilim, çünkü o üç tane çocuğumu düşünmek zorundayım. Bu nedenle onu boşayıp çocuklarımı da alarak Ülkemde ki öğretmenliğe geri döneceğim” Dedi. Bende onun bu fikrine katılınca, o gün oturup Millî Eğitim Bakanlığı’na, küçük daktilom ile bir dilekçe yazdık. O Almanya’ya tekrar geri döndü.

​Erden öğretmen Almanya’ya yetiştiği gibi eşinden boşanmış, ev eşyasını ve var olan tüm parasını verip onu orada bırakıp gelmişti.

Yaklaşık iki ay sonra iki elinde iki valiz ve yanında üç çocukla yine bana misafir oldu. Serpil 12 yaşında beyaz tenli, siyah, uzun saçlı, uzun boylu dünya güzeli bir kız çocuğu idi. Erkan 6 yaşında, Sibel daha 3 yaşında idi. Bunların da Serpil’den geri kalan bir yanları yoktu. Hem Türkçe hem Almancayı çok iyi konuşuyorlardı.

Erden öğretmen çok sevdiği mesleğine kavuştuğu için mutluydu. Ama bu çocuklara bakabilecek miydi? Annesi Suna Hanım, çocuklara bakmayı kabul etmemişti.  Önünde yokuşlu, zorlu bir hayat vardı. İlk işimiz Mardin’e gidip yardımsever bir ilköğretim müfettişinin yardımıyla Erden Öğretmen’in tayinini bulunduğum yere öğretmen olarak yapmak oldu.

Erden Öğretmen, baba iken annelik görevini de üstlenmiş, ben öğrencisi iken ona müdür olmuştum. Ben, eşim ve dört çocuğumla lojmanda kalıyorduk. Onu okulun müdür odasına yerleştirdik. Banyo mutfak, yatak, oturma odası, gibi…Hepsinin görevini bu küçücük oda görüyordu. Parası, yatağı hata evinde serilecek bir kilimi bile yoktu. Köylülerden yardım alarak ihtiyaçlarını tamamladık. Erden Öğretmen derse girdiği zaman çocuklar bizim evde kalıyor, eşim onlara bakıyordu. Her şey çok iyi gidiyordu. Erden Öğretmenin ve çocuklarının mutlulukları gözlerinden okunuyordu. Herkes onları seviyor ve şefkat gösteriyordu.

Zaman su gibi akıp giderken, çocuklar ne Almanya’yı ne de annelerini hatırlamak istemiyorlardı. Çocuklar artık iki dil daha öğrenmişlerdi. Kürtçe ve Arapça… yani bu küçük yaşta dört dil biliyorlardı. Erden Öğretmen ile, muhtarın da desteğini alarak okula bitişik dağlık arazide çocukların oynayabilecekleri küçücük bir top sahası yaptık. Okulun hemen yanı başında bir uygulama bahçesi ve tavuk kümesini kurduk. İşin çoğunu gece karanlığında Erden Öğretmen yapıyordu. Köyün yol, su ve elektrik işleriyle ilgilendik. Bunları yatırım programına aldırdık. Köyde kendi yazdığımız bir piyese tüm Midyat daire amir ve müdürlerini davet ettik. Çok iyi öğrenciler yetiştirdik.  Köyde hiçbir evde tuvalet yoktu. Her evde yer göstererek sert kayaya bile tuvalet çukurlarını kazdırdık. Kendimizi hizmete kaptırmıştık…

İki yıl geride kalmıştı. Erden Öğretmen kendini herkese kabul ettirmişti. Tıpkı bizim köydeki gibi. Ben de rahatlamıştım. Çünkü bana iş kalmıyor, hepsini o yapıyor, kendini her şeyden sorumlu tutuyordu. Boş kaldığı zaman köylülerle beraber bağda, tarlada, harmanda çalışıyordu. Köy yolundaki taşların temizliği yine ona aitti. Ben ona Turşu, o bana Kararsız Kasım lakabını takmıştı.

Bir gün:

“Kararsız Kasım, gel seninle bir şeyler konuşalım” dedi. “Ben size çok yük oluyorum. Yenge hem senin hem de benim çocuklarıma bakıp yoruluyor. Yedi çocuğa bakmak kolay değil. Kürtlerden bir kız alamaz mıyım?”

Ben de: “Neden olmasın. “Bir araştıralım.” Dedim. Muhtarın eşi ile konuşalım dedim. Ertesi gün

Bize yardımcı olabileceğini söyledi ve ekledi:

“Köyde Hacı Davut kızı Zekiye adında çok iyi bir kız var. Boyu biraz kısa, onun babası ile konuşayım dedi. Sonuçta onun yardım ve desteği ile bir miktar başlık parası vererek kızı istedik.

Evet, filmlerde bile rastlanması mümkün olmayan öğrenci topluluğu arasında, at sırtında okul lojmanına giden bir gelin, arkasında öğrencilerden oluşan düğün alayı… Tüm çevre köylere haber olmuş ve dilden dile dolaşmıştı.  

Gelini köyün örf ve adetlerine uyarak hazırlayıp müdür odasına götürdük. Çocukları artık akşamları sınıfta öğrenci masaları üstüne serilen sünger yatakta yatıyorlardı. Zaten okulun toplam derslik sayısı bir tane idi. Ders başlayınca sünger yatakları topluyorduk.

Erden öğretmenin Dünya güzeli Almanyalı kızı Serpil 14 yaşında, her şeyi anlayabilecek yaşta idi. Bu yüzden kıskanıyor ve babasını kimse ile paylaşmak istemiyordu. Bazen bizim eve gelip, “Amca sen benim babam ol, ben babamdan nefret ediyorum” diyordu.

Kardeşlerini de koruyor, onları üvey anne Zekiye’ye emanet etmek istemiyordu. Oysa Zekiye çocukların genel temizlik ve bakımlarını yapıyor, onları seviyordu.

Çocukların durumu ve psikolojik yapıları beni üzüyor ve düşündürüyordu. Ama artık onlara müdahale hakkım da kalmamıştı.

Yine de bir gün Erden Öğretmen’i çağırıp konuştum, ama faydası olmadı. ‘’Bundan böyle benim işlerime karışma’’ diyerek darılıp gitti. Sinirliydi onu hiç böyle görmemiştim. Köylülerin birçoğu ile dargındı. Belki de köylüler damat bir öğretmen istemiyordu. Erden Öğretmen’e karşı tavır alıp onu şikâyet ettiler.

Erden Öğretmen üç ay sonra dört kilometre uzağımızdaki Düzgeçit (Zernoka) köyüne gönderildi.  Bu ara Erden Öğretmen’in annesi olayı duymuş. Haftada bir tehdit mektubu ve telgrafları geliyordu. “Çabuk o kızdan vazgeç, Kürt bir kızla nasıl evlenirsin? O cahil kız sana ne verecek, eğer derhal boşanmazsan seni servetimden mahrum bırakırım bunu iyi bil” diyerek tehdit yağdırıyordu. Erden Öğretmen alışık olduğu bu duruma, yanıt verme gereğini bile duymuyordu.

Aldığım duyumlara göre dünya güzeli Serpil bu köyde üzüntüden şeker hastası olmuş ve her gün biraz daha erimişti. Bayram akşamı gece yatağın içinde gizlice yarım kilo bayram şekeri yiyip sabaha karşı şeker komasına girmiş, köy dolmuşu ile Mardin’e götürülürken yolda ölmüştü.

1980 yılının sonbaharında Kurban Bayramının sabahı güneş doğarken lojman kapısının önüne çıktığımda; Erden Öğretmen’in bir dolmuştan inip ağır adımlarla kucağında ki battaniyeye sarılı cenaze ile bana doğru yürüdüğünü gördüm. Hiç ölü görmediği için donup kalmıştı. Yanıma geldiğinde kucağındaki cenazeyi özenle; okulun çevre taş duvarı üstüne koyarak bana sarılıp yüksek sesle bağırmaya ve ağlamaya başladı. Şoka girmiş, hiçbir şey anlamamıştım. Kendimi onun elinden zor kurtardım. Üstelik bana dargındı ve konuşmuyorduk.

Battaniyenin köşesini kaldırdığımda o nur yüzlü güzel Serpil’in bir daha uyanmayacak ebedi uykuya dalmış ve ölmüş olduğunu gördüm. Erden Öğretmen’le bir daha kopmayacak şekilde birbirimize sarılarak avazımız çıktığı kadar bağırıp ağladık. Tüm köylüler, erkek-kadın ve çocuklar hepsi bayramı bırakıp yanımıza gelerek acımızı paylaştılar. Onlar da ağlıyordu. Yaşlı adamlar bizi teselli etmek için çaba harcıyordu. Evet onlara bayramı zehir etmiştik. İnanıyorum ki onlar da en az bizim kadar üzgündüler. Herkes ama herkes üzgündü. Serpil’i bizim köyün mezarlığında dönüşü olmayan bir yolculuğa uğurladık. Küçük kardeşler; Erkan ve Sibel’in ağlamadan dolayı sesleri kısılmış, burunlarından sümükleri akmıştı. Köylü kadınlar onlarla ilgileniyordu. Erden Öğretmen’in yürek yakıcı acı feryatlarının sesini halen duyar gibi oluyorum. O bir grup öğrenci ile haftalarca mezarın başından ayrılmadı. Dünyası yıkılmıştı. Kızının ölümünü bir türlü kabullenemiyordu. O artık buralarda kalamazdı. Geceleri Serpil’i rüyasında görürken, kalkıp mezarına gidiyor, orada sabahlıyordu.

Evet, Erden Öğretmen yaşam kavgasında mağlup olmuş ve yaşama ümidini tamamıyla yitirmişti. Kendisini işe yaramaz biri olarak görüyordu. Bir süre böyle yaşamaya devam etti.

Onun bu perişan durumunu, okulla ilgilenmemesini gören ilköğretim müfettişleri hakkında rapor tutarak onu Yozgat’a sürgün ettiler. Yozgat’ta Zekiye’den üç oğlu bir kızı dünyaya geldi. Önceki eşinden kalan oğlu Erkan ile kızı Sibel Almanya’ya kendi istekleriyle annelerinin yanına gitmişlerdi.

Yozgat’ta tekrar dirilip yeniden yaşam kavgasını başlatma gereğini hissetti. Onun ruhunda mağlubiyet yoktu. Hedefinde yine üçüncü kez Güneydoğu insanı vardı. Zaten yılda bir kez gelip Midyat’taki Serpil’in mezarını ziyaret ediyordu. Yozgat ‘tan Bismil’e benim okul müdürü olarak çalıştığım yere 1992 yılında yeniden tayin istedi. Tayini Atatürk ilköğretim okuluna çıktı. Bismil’e geldiğinde beraber kiralık ev aradık. Ancak o sırada Maden yolu üzerinde cenazesi bulunan Bismilli Vedat Aydın’ın ölümü neden gösterilerek ilçede kepenkler kapalıydı. Gösteriler vardı. Polisin müdahalesi sonucu tüm dükkânların kepenkleri ve vitrin camları kırıldı. Cam kırıkları nedeniyle ana caddelerde yürümek imkânsızdı. Araçlar ve insanlar ancak ara sokaklardan eve ulaşabiliyorlardı. Halk çok perişandı. Yüzlerce insan Diyarbakır’daki gösterilerde yaralanmıştı. Akşamları PKK ve güvenlik güçleri arasında çatışmalar çıkıyordu. Kısacası bu bölge yaşanmayacak haldeydi.

Erden Öğretmen’e buraya gelmemesini ben söyledim. Çünkü biz bu bölgeden kaçmak için yol arıyorduk. Erden Öğretmen buradan ayrıldığı gibi tayinini Bursa’ya yaptı. 2000 yılında Bursa Mustafa Kemalpaşa ilçesinde emekli oldu ve oraya yerleşti. Şimdi halen orada üç oğlu, öğretmen kızı ve eşi Zekiye ile orada yaşamaktadır. Onun istediği tek şey çalışmak, çalışmak yine çalışmaktır ve üretmektir. O halen bunu yapıyor. Son gördüğümde Mustafakemalpaşa sanayisinde oğlu ile birlikte kanepe üretimini yapmakta idi. Arabasına çadır çekip bisiklet ile işe gidip geliyordu. Onunla diyaloğum halen devam ediyor. 2022 Ağustos ayında yine ziyaretime gelmişti.

1960’lı yıllarla 2016’li yılları karşılaştırırsak 48 yıllık mesleki hizmetim var, onun gibi çalışkan ve mücadeleci bir öğretmene rastlamadım.

Bir insanın değeri yapacakları işlerle değil, yaptığı işlerle ölçülür. Erden Öğretmen’in ölçümünü siz değerli okuyuculara bırakıyorum.  

Kaddur AKSOY

Emekli öğretmen