II. Meşrutiyet Devrinde bir paşa, dostlarından biriyle satranç oynamakta; diğer misafirleri de, onları heyecanla seyretmektedir. Bir ara bir hamle hakkında ihtilaf doğunca, paşa misafirlerine sorar:
“Yâhu oyunu seyrediyordunuz! Kim haklı, kim haksız söyleyiniz!” der.
Misafirler, paşanın haksız olduğunu söylemeye cesaret edemedikleri için, susmayı tercih ederler. Tam o sırada odaya giren zurafâdan (yani zarif, nâzik, nüktedân, hoş konuşmayı bilen zekî kimselerden) bir zât, Paşam, der; “siz haksızsınız!”
“Peki ama”, der paşa, “siz henüz geldiniz, bir şey görmediniz ki!”
Adam hiç tereddüt etmeden cevap verir:
“Eğer haklı olsaydınız, bu kadar insan suâliniz karşısında susmazdı!!!”
Bu nükteyi okuduğumda hakkaniyet kantarına onu, bunu, şunu değil tek başımıza kendimizi çıkararak bugünkü ahvalimizi tefekkür ederek “kim haksız” sorusunu yöneltti beynim.
Zira Allah (c.c), Kur'an-ı Kerim'de ayetler boyunca "akletmez misiniz, düşünmez misiniz, aklınızı kullanmaz mısınız?" dedikten sonra; Yunus Süresi 100. ayette "Allah, aklını kullanmayanların üzerine iğrenç (rics) bir pislik atar" diyor! Demek ki her türlü pislikten kurtulmak için “akıl” nimetinin kullanılması esas ve bu nimet aynı zamanda mutlak hakikate sımsıkı tutunmanın ve Hakk'a bağlanmanın da anahtarı.
Ama aklın da başlı başına temizlenmesi gerekiyor.
Demek ki hakikate ulaşmak için aklı kullanmak; aklın da kullanılabilmesi için “temiz” kalması, “temiz” kalması için de onu örten davranış ve eylemlerden uzak kalınması gerekiyor. Zira kitabımızda Allah'ın pislik (rics) olarak saydığı kötü alışkanlıkların aklın hakikate ulaşmasını engelleyerek hakkıyle iman etmenin de önüne geçtiği aşikâr.
Bu ne demek?
Nefsin zaptına uğramış veya kirlenmiş akıl, hesapsız istekler için makul görünen gerekçeler uydurur; vicdan ise tüm bunları aklayıp kişinin kendisini “kandırma” uğraşını teneffüs eder demek. Eğitilmemiş nefis, böylelikle aklı kirli bir düşünüş üzerine işletir ve vicdanı uykuda bırakır demek. Aslında her biri birer nimet olan bu lütuflarla hayır yerine şerrin emrine giren kişi de kendi elleriyle kendisini ateşe atar demek.
Bu idraki kazandıktan sonra bu kez yeniden ilahi hitaba dönelim.
Kabirlerde ölülere okumayı adet haline getirdiğimiz ve yazık ki zerrece nasiplenemediğimiz Ya’sin Süresi 70. ayet haykırıyor;
“Diri olanı uyarsın ve kâfirler hakkındaki hüküm yerini bulsun diye biz ona Kur’an’ı verdik.”
Yani aslında Kur’an’ın indirilişi diri olan kimseleri uyarmak içindir. Çünkü Allah temiz akılla birlikte hitabının, vahyinin karşısında ölü ruhlar, ölü bedenler, şuursuz insanlar istemiyor. Tabi buradaki dirilik hepimizin de anlayacağı gibi fiziki bir dirilik değil, zihni, kalbi, ruhi bir dirilik.
Bir diğer ayet olan Enfal 24’e bakalım;
“Ey iman edenler! Size hayat verecek şeye çağırdığı zaman, Allah'a da, Resulüne de cevap verin.”
Allah ve Resulü neye çağırıyor?
Hayat verecek şeye, diriltmeye!
Demek ki Allah ve Resulü’nün çağrısı bir “diriliş” çağrısıdır.
Kimlere bir diriliş çağrısı?
Elbette ki aklını temizlemiş, yüreğini ve zihnini diri tutanlara bir diriliş çağrısı.
Bu dirilişi ebedileştirme, ölümsüzleştirme çağrısı.
Peki bunları bilmiyor muyuz?
Bence toplumun büyük bir kesimi bu bilgilere sahip.
Peki sıkıntı nerde?
Neden bu bilgiyle amel edemiyoruz?
Asıl düğüm burada sanırım!
Çünkü bilgiyi edinen kişi bu bilgiyi hayatına yayıp bilginin gerektiği anlayışla davranmazsa bilgilenmenin şehvetiyle bilgisinin farkında olmasa dahitapınmaya başlıyor. Bilen olarak salt kendisini gördüğü için de bu tapınma kendisine dönüyor ve bilgisinin kölesi oluyor!
Olur mu demeyin, bakın etrafınıza ne demek istediğimi anlarsınız!
Kim bilir, belki de bu yüzden kültürel Müslümanlık ve Muhammed’i hakikatlerin arası bu kadar açıldı. Kendisine ulaşan ilk ilahi emre karşılık "bilmiyorum" ikrarıyla sarsılan bir önder ve bugün "onu seviyorum, zira bu sevgi beni kurtaracaktır" zannıyla O'na zerre kadar benzemeyi aklından dahi geçirmeyen; her şeyi bilen / bildiğini sanan ama bildiği iki kırıntılık bilginin şehvetiyle huşu duyan bir toplum çıktı ortaya.
Evet, Hira Mağarası'ndaki ilk İlahi buluşmada OKU emrine muhatap olduğunda “bilmiyorum” demişti alemlere rahmet olan. Bu, aslında Rahman'ın bir öksüz ve yetimin tertemiz vicdanından dünyaya ‘son kez’ haykırışı olan ‘son’ Nübüvet halkasının ‘ilk’ beyanı idi;
“Bilmiyorum!"
O bile “bilmiyorum” ile başladıysa bu İlahi buluşmaya, iki kelam okuyup “biliyorum” iddiasına bürünmenin şeytaniliğinden Rabbin rahmetine sığınmamız gerekmez mi sizce de?
Çünkü biz ‘bilmek’ iddiasıyla küstahlaştık! Bu yüzden de ilahi kelam mehcur kaldı, onu terk ettik! Özümüze yaptığımız bu ihanetle de eksildik ve eksilmeye de devam ediyoruz!
Peki neden bu eksiklerin farkına varamıyor; dibi delik heybemiz, her halimizi yalanlayan sözlerimizle neden bu eksiklerimizi göremiyoruz?
Sosyal Medya sayfalarımı kurcalıyorum.
Üç beş yemek paylaşımı (ki bu apayrı bir gönül yangını), birkaç siyasi / ideolojik paylaşım dışında binlerce hadis ve ayet paylaşımı, Kur’an tefsirleri, Kur’an mealleri almış başını gitmiş.
Başımı ellerimin arasına alıyorum dakikalarca.
Madem bu kadar çok biliyor isek biz neden bu haldeyiz?
Ne diyordu Saff Süresi 2. Ayet;
“Ey iman edenler! Yapamayacağınız şeyi neden söylüyorsunuz?”
Namaz kılıyor muyuz?
Evet! Ama sanki aldığımız abdest sadece uzuvlarımızı temizliyor ve kalbimizin kirine pasına ulaşamıyor. Yani ruhlarımız kirli kalıyor. Çünkü namazı hep dediğim gibi huşusuz, salt bir borç edasıyla kılıyoruz!
Oruç tutuyor muyuz?
Evet! Ama sanki tuttuğumuz oruç sadece midemizin aç kalmasından ibaret! Zira ferasetimiz, basiretimiz hep kapalı. Gözümüz görüyor, kulağımız duyuyor, vicdanımız şahitlik ediyor ama saniyeler süren bir bocalamayla sırtımız dönüp gözümüzü kapatıyor, kulağımızı tıkıyor, vicdanımızı örtüyoruz!
Hac ve Umre’ye gidiyor muyuz?
Hem de defalarca. Yanı başımızda komşumuz aç iken, akrabamız sefil iken; artık kredi kartına taksitle üstelik! Eşitlenme makamından çıkıp lüks otellerde kalmayı da ihmal etmiyor; henüz dönüş uçağında iken hiç ediyoruz tüm hasenatımızı!
Ya zekât…
Onu da veriyoruz. Üstelik kırkta bir hem de. “Sana neyi infak edeceklerini soruyorlar; De ki; ihtiyacından fazla her şeyi…” ayetine rağmen. Kur’an-ı Kerim’in nüzul sırasına göre ilk 23 süresi ısrarla zenginliğe karşı çıkmasına, sosyal adaleti haykırmasına; zenginliği öven ve teşvik eden tek bir ayet olmamasına rağmen.
Cüzler dağıtıyor, hatimler indiriyor, hasıl olan sevabı ölülerimize bağışlıyoruz (!)
Yani, paçalarımızdan din akıyor!
Peki okuduğumuz ilahi mesajdan, içeriğinden ne anlıyoruz?
Hadi ona da bakalım kısaca da olsa.
Sofralarımızda hiç fakir / fukara oturttuk mu? Bir yetimin başını okşayıp onu bir oyuncak / bir çikolata ile bile olsa güldürebildik mi? Girdiğimiz alışveriş / tüketim çılgınlığı içinde onların payı ne kadardı? Boynu büküklerden kaçını gülümseterek aracılıkla mükafatlanabildik? Adım başı gördüğümüz perişanlık ve sefalet içinde yüzen; yerleri, yurtları başına yıkılan mülteci kardeşlerimizden kaçı konuk oldu sofralarımıza? Ya da kaçınınerzak ihtiyacına uzandık? Kaçının evinde / çadırında / barınağında / kampında onlarla birlikte iki lokma soktuk kursaklarımıza?
Ya da
Yetim yurtlarını ziyaret edebildik mi? Gözleri her an kapıda yaşadıkları o zemheri yalnızlığı iliklerine kadar solumuş yaşlı insanların bulundukları huzur evlerini?
Bir tık daha ileriye lütfen…
Sahi bugün Hz. Peygamber(sav) aramıza gelmiş olsaydı bize ne diyecekti?
Dünyada “1,5 milyar insanın neden aç olduğunu” sormaz mıydı sizce?
İnsanların ezici bir çoğunluğu yiyecek kuru bir ekmeğe muhtaç iken TÜİK verilerine göre çöpe attığımız günlük 7 milyon ton ekmeğin hesabını peki?Camilerde yan yana tutulan safların dışarda neden olmadığının cevabını nasıl verirdik? Her cemaat namazı sonrası dönüp “ihtiyacı olan var mı” diye sorduğu sünnetinin şimdi ise neden kaybolduğunun hesabını verebilir miydik? Her yıl Kurban Bayramı’nda kesilen milyonlarca ton kurban etine rağmen Suudi Arabistan’ın 3-4 saat ötesindeki Sudan’da insanların, çocukların, bebeklerin açlıktan ölmesini izah edebilecek birilerini bulabilir miydik sizce? Emin olunması gereken, kol kanat germesi gereken Müslümandan gayr-i Müslime sığınan mülteci kardeşlerimiz için bir bahanemizolacak mıydı?
Zulme, haksızlığa, ölüme, acıya renk, dil, din, ırk, mezhep bürüdüğümüzün; “oh be bizden değilmiş” diye rahatlayan vicdanlarımızın hesabı konusunda fikri olan var mı? En büyük sünnetleri merhamet, rahmet, şefkat, empati ve her kesimi kucaklama iken sadece sakala, sarığa, misvaka indirgediğimiz sünnetleri?
Yazacak o kadar çok şey var ki aslında…
Aklım tutuluyor evet…
İslam toprakları cayır cayır yanıyorken; bugün dinin olduğu her yerde kan varken, tüm İslâm coğrafyaları barut kokuyorken, mazlumların feryatları arşı yırtıyorken, analar ömür boyu iki resim karesine mahkûm ediliyorken, yetimlerin sahipsizliği her geçen gün büyüyorken, TÜİK verilerine göre huzurevlerindeki yaşlı sayısı son 5 yılda yüzde 540 artmış iken…
Her yıl Hz. Peygamber’i özlüyorum diyerek umreye gidenlere… Beşinci, altıncı hatta yedinci kez Hacc’a gidenlere… “Pişirdiğiniz yemeğin kokusu ile komşunuza eza etmeyiniz” Nebevi ikazına rağmen hamilesi, canı çekeni, imkânı olmayanı, eli uzanmayanı yok sayarak boy boy yemek resimleri paylaşanlara; merhameti, rahmeti, hukuk ve adaleti bir tarafa atarak bu dini sadece namaz, oruç, hac ve yoksula iki kuruştan ibaret görenlere… Doğan her bebek için bir damla fazla yağmur yağdıran, bir tutam buğdayı fazla yeşerten Rahman’a rağmen mal üstüne mal biriktirenlere… Hayatında sahip olduğu bir iğnenin dahi bir hibe değil bir emanet olduğunu idrak edemeyenlere, şahit olmak için geldiği bu dünyaya sahip olmak için ömür tüketenlere aklım tutuluyor…
Peki nedir çözüm?
Kendimizi formatlamalıyız.
Hep dediğim gibi içimize hicretle başlayacak her şey.
Daha fazla geç olmadan.
Bu dünyadaki vademiz dolmadan.
Görmeli ve anlamalıyız ki namaz aradan çıkarılabilecek bir şey, oruç ayıp olmasın diye katlanılan açlık, zekât nasıl daha azını veririm kurnazlığını gerektiren bir külfet değildir. Kalplerimizi idrak yetimliğinden kurtardığımızda anlayacağız ki aradan çıkardığında yük olan namaz, ikâme ettiğinde yükünü alır. Âdet diye tuttuğunda aç bırakan oruç, Allah’a hasrettiğinde gönlünü doyurur. Hile hurdayla sırf “yapmış olmak için” zoraki verdiğinde elini titreten zekât, aşkla, cömertçe verdiğinde kalbini kanatlandırır; seni, ruhunu, hayatını temizler.
Çünkü hepsinin ortak paydası güzel ahlak; güzel ahlak Müslümanlık, Müslümanlık ise kaliteye mecbur olmaktır.
Rabbiyle alışverişinde dahi kaliteyi gözetmeyen gerçek mü’min olur mu?
Bakın ta çağlar ötesinden Nebevi bir soluk uyarıyor bizleri;
“Nasıl yaşarsanız öyle ölür; nasıl ölürseniz öyle diriltilirsiniz”
Yani en çok ne ile meşgulsen, en çok nerede vakit geçiriyorsan muhtemeldir ki; o işle meşgulken ve orada iken ölüm gelip seni bulacak. Dilinde en çok neyin sohbeti varsa, kalbini en çok ne sızlatıyorsa, uykunu kaçıran ne ise, yüzünü güldüren, gözünden yaş döken ne ise; muhtemelen son nefeste de kalbinde, dilinde ve özünde o olacak.
Bir de “öyle diriltilirsiniz” ikazı var dikkat edilmesi gereken. Yani bu, huzur-u ilahide de “o halde olursunuz” demek. Verilen mesaj gayet net aslında; “Diriltilmek istediğin gibi öl ey insan ve ölmek istediğin gibi yaşa!”.
“Peki insan nasıl yaşamalı?” diye sorarsanız da; sanırım buna da cevap gayet açık;
“Son nefeste nasıl olmak istiyorsa, hep öyle olmalı!”
Müebbet muhabbetle.