hizmetine girmesi ve gerekse de sosyal medya adı altındaki uygulamaların kişilerin hüznü, acıyı, gözyaşını reddederek hayatın bu yönü hiç yokmuş gibi en parlak sima ve yönlerini servis ettiği; ama bu servisin de sadece beğenilerle “egosal tapınç” haline getirildiği bir fetret döneminden geçiyoruz.
Bir fetret dönemi demeyi tercih ediyorum; zira bu bir fetret yani geçiş dönemi değilse, hakikaten adım adım kelimelerin sadece çitlendiği ve hiç kimseye hiçbir şey kazandırmadığı bir anlam kıyametine hızla ilerliyoruz.
Özellikle bilginin diploma mühründen kurtulması ve ortalığa saçılması ile birlikte tüm kitap, kaynak ve manevi birikimlerin raflara kaldırıldığı; yegâne bilgi kaynağının Google denen arama motoru olduğu bu iklimde, tablo o kadar vahim ki her şey kişi veya kişilerinin o anki ruh ve duygu durumlarına hizmet ediyor. Yani aslında hedefte sadece duygu var ve ilgi, bilginin anlam derinliği ile kesinlikle muhatap bile değil.
Ayrıca tablo o derece kirli ki; bugün gönlünüzde yeşeren ve kaleme aldığınız iki satırlık bir cümleniz, çok geçmeden ya bir İslam büyüğünün ya bir alimin ya da ünlü bir filozofun kaleminden çıkmış gibi size selam veriyor.
Sağ ve sol omuzdaki, alınan her nefesi dahi kayıt altına alan yazıcı melekler, sosyal medya ortamına giremiyor gibi bir saplantı içinde; kişilerin kendi ideolojilerini beslemek adına muhataplarının manevi şahıslarına yaptıkları karalama, iftira, gıybet boyutları ayrı bir muamma.
Ama işin en acı tarafı ise din soslu paylaşımlar.
Zira paylaşımlara baktığınızda kendinizi devr-i saadette, cahil ve pejmürde bir çöl bedevisi gibi hissediyorsunuz. Ayetler ve hadisler, adeta klavye mücahitlerinin kurşunları gibi oradan oraya top sektiriyor.
Ama bu kadar bilgi, neden gırtlaklardan kalplere inmiyor, yaralı ruhlara neden pansuman yap(a)mıyor, kâl neden hâle bürünmüyor, bunca bilgi yükü siyah beyaz hayatları neden renklendirmiyor kimse bilmiyor ve gördüğüm kadarıyla umursamıyor da!
Kimse üzerine alınmadığı için de iki ayet paylaşan, iki hadisle sosyal medya hesabını süsleyen ya da kahve fincanının yanına nerden (ç)aldığı belli olmayan iki hikmetli cümleye eklediği lirik bir müzikle paylaşımını süsleyen kişi, dindar sınıfına(!) girmiş oluyor.
Resmin küçüğünde eyvallah, bu nezih tablo hoş görünse, kulağa ve göze hitap etse de resmin büyüğünde bu tür paylaşımların ne okuyana ne paylaşana bir şey kazandırmadığı aşikâr.
Çünkü yaşanmayan, yüreğe yük edilmeyen, hayatın atar damarlarında akmayan bilgi, sadece bir kulaktan girer ve diğerinden çıkar; ne yaparsanız yapın asla kalbe ulaşamaz.
Bu yüzden ısrarla belirtiyorum;
Dinin tebliğ boyutu biteli çok oldu. Çünkü Allah söylenmesi gerekeni söyledi, elçi iletmesi gerekeni sadece iletmekle kalmadı bunun en canlı şahidi oldu ve bu konuda kalem kurudu.
Bu yüzden dinamizmi işaret eden bu yol haritasının artık paylaşılmaya değil yaşanmaya, temsile ve yaşamlarda nakşedilmeye ihtiyacı var. Yani dindarlığınızın boyutu, sözünüz değil davranışınız artık. Çünkü bilgi her yerde. İsteyen çabası, niyeti ve nasibince alabiliyor.
Ama siz insanlık elbisesini soyunmuşsanız, ruhunuzdaki çıplaklığı göremiyorsanız, bu işaretlere bakıp yaşamınızı şekillendirmek ve hâl diliyle örnek olmak yerine; bu dinamikler sadece sayfanızı süslüyorsa istediğiniz kadar ayet ve hadis çarpıştırın; az evvel andığım gibi, bu ne size fayda verecek ne gönüllere şifa olacak ne de kulaklardan kalplere sirayet edecektir.
Çünkü din, çağlar ötesinden iletilen nebevi ikazla güzel ahlâk yani insan olabilme sanatıdır. Yaşam güzel sözler üzerine değil ilahi hitabın da tasdiki ile “güzel amel” üzerine bina edilmiştir.
Bu yüzdendir ki, bu kadar kelime yığını, artık kalpleri vecde getiremiyor. Bu yüzdendir ki; anlam ve sözüm ona dilimizden düşürmediğimiz kutsallar, bir ayrılıkta avuca tutuşturuluveren bembeyaz bir mendil gibi elimizde ve dilimizde duruyor ama, biz ne onun manevi hatırasına saygı duyuyor ne de onu elimize tutuşturan, dilimize düşüren güzelliklerden haberdarız. Çünkü hiçbiri yüreklerimizde yeşerecek mekân ve samimiyeti bulamıyor!
Ama benim bu yazımdaki sancım biraz daha farklı.
“Ârife tarif gerekmez ama tarife ârif gerekir” derdi rahmetli dedem (ona ve ceddinize rahmet olsun), biz ârif olamadık ama söyleyelim sancımızı, belki ârif olan anlar;
Bizim, gelişiyle cümle noksanlarımızı tamamlayacak; bize kim olduğumuzu hatırlatacak, bu yangın yerinde ne aradığımızı kalbimizi parçalarcasına ihtar edecek; kul olmanın, bilmenin, tanımanın kapısını sihirli bir el gibi aralayacak, gelmenin aslında gitmenin ilk adımı olduğunu kulağımıza değil kalbimize fısıldayacak bir derde ihtiyacımız var. Evet, aklımızca bulunacak cevaplardan ziyade, kalbimizi suallerle kıvrandıracak o derde muhtacız.
Anladıkça dertlenir miyiz bilmem, ama dertlendikçe anlayacağımız kesin.
Peki nedir bu dert;
Bence “varlığımızı fark etmek!”
Bu nasıl olacak derseniz; aslında cevabı çok uzun ve ciltlere sığmayacak bir konu.
Kısacası, kendi kalbimizin işçisi olabilmek şeklinde tarif edebilirim sanırım.
Nedir kalp işçiliği ve insan kendi kalbinin işçisi olabilir mi?
Hep beraber bakalım;
İnsan, garip bir varlık ve belki de fıtratına yerleştirilen “beğenilme arzusu ve takdir edilme ihtiyacı” ile, benliğini (yazımın en başında arz ettiğim gibi) bir “tapınç” nesnesi haline getiriyor.
“Bir başkasının kendisi için ne düşündüğünü umursamamak delilerin, bir olandan başkasının kendisi için ne düşündüğünü dert etmemek velîlerin harcı” der ârifler.
Bu ârifane bakışla hayatın anlam derinliğine daldığınızda fark ediyorsunuz ki, kadim Anadolu Medeniyet’nin hikmet diliyle “veli” olarak tabir ettiğimiz farkındalık sahipleri, her şeyi yaratanın nezdindeki anlamlarına verdikleri önemle, başkalarının kendilerine dair kanaatini, bu farkındalıkla hiç etmişler; deliler ise, kendisi hakkında bir başkasının ne düşündüğünü umursamayacak kadar kendilerinden vazgeçmişler; yani her ikisi de kalp işçiliğindeki bu sınavı başarıyla vermişlerdir.
Ancak, biz ne başkalarının kanaatlerine kulak tıkayabilecek kadar deli olabildik şu yalan rüyada ne de bir olandan başkasının ne dediğini umursamayacak kadar velilik nasip oldu bizlere. Zira hep andığım gibi ne gönlümüz eşkıyalığa razı ne de nefsimiz evliyalığa.
Bu yüzden de başkalarının gözbebeklerinde akislerimizi seyretmeye bayılıyor; bizi eleştiren ya da sevmediğimiz insanların hakkımızda bakış ve düşüncelerini pek umursamıyor ama sevip değer verdiklerimizin bize dair kanaatlerine dikkat kesiliyoruz.
Neden?
Çünkü sevip değer verdiklerimizin gözbebeklerinde; bizi olduğumuzdan daha güzel, daha iyi, daha mükemmel gösteren tılsımlı aynalar saklı. Öyle olmadığımızı, olamayacağımızı bilsek bile, o yalana inanmak mutlu ediyor bizi. Sevip değer verdiklerimizi gözlerinde ve sözlerinde sırf bu yüzden “bizi mükemmel gösteren” yalanlar arıyoruz.
Ancak; olmayan iyiliğimizi var gibi, olan kötülüğümüzü yok gibi gösteren bizi sevenlerin gözbebekleri, dillerine doladıkları o güzel sözleri bizi iyiliklerden mahrum, kötülüklere ise mahkûm ediyor. Çünkü bizi sevenlerin gözlerinden ve sözlerinden kendimize baktığımızda muhtemel hata ve noksanlarımızın üstünü örtüyor, olmayan iyilik ve güzelliklerimizi ise bu örtünün üstüne bir süs gibi yerleştiriyoruz.
Olan iyiliğimizi yok gibi, olmayan kötülüğümüzü var gibi gösteren bizi sevmeyenlerin ya da eleştirenlerin düşünce ve sözleri ise, bizdeki iyiliği artırmamıza, mevcut kötülüklerimizden kaçınmamıza sebep oluyor. Zira onlar, bizde var olması muhtemel güzellikleri görmezden gelip onlara yok muamelesi yaparak bizde var olmayan çirkinlikleri bir kulp takar bize yakıştırıyor. Biz ise bize iliştirilen belki de hak etmediğimiz o kulpların peşine düşerek kendimizi güzelleştirmeye çabasına giriyoruz.
Çünkü kendimize, bizi sevmeyenlerin gözünden bakınca, bizde gerçekte var olan pek çok güzel ahlâk ve hasletin aslında yok olduğunu, bizde aslında hiç olmayan birtakım kötü hallerin varlığını da fark ediyoruz. Böyle görmekle de şayet o güzellikler bizde var ise onları artırmanın çarelerini araştırıyor, yok ise var olmalarının önüne daha sıkı setler çekiyor, eğer yok ise de andığım gibi var etmenin derdine düşüyoruz.
Fark ettiniz mi bilmiyorum ama, bu bakış açısıyla dikkat kesilince, kalp işçiliğimizde sevdiklerimiz ve sevenlerimizden daha çok, sevmeyenlerimizin ve bizi sevdiği için eleştirenlerin emeği var aslında.
Yani âriflerin “kitab-ül kübra” dedikleri kâinat kitabı, burada da aslında zıtlıkların ne muhteşem nimetler ortaya koyduğunu, yaşamın zıtlıklar üzerine bina edildiğini bir kez daha gözlerimizin ve gönlümüzün içine sokuyor!
Öyle ya, bizi sevenlerin, sevdiği halde hiç eleştirmeyenlerin bize dair kanaatleri bizi daha güzel, daha iyi olmaktan alıkoyarken; bizi sevmeyenlerin bizim hakkımızdaki düşünceleri bizi biraz daha güzel olmaya davet ediyorsa, onlar kalp işçiliğimizde en büyük emektarlar olmazlar mı?
İşte bilginin gücünü eline alan toplum mühendisleri, insanın bu zayıf yönlerini keşfettikleri için olsa gerek; ortaya konan her teknolojik alet, yapılan her program, yeniden tasarlanan her iletişim aracı, tüketim hırsımızı gazlayan basan her yeni ürün, aslında bizi “sevdiklerimizin söz ve gözlerindeki” anmış olduğum o imitasyon güzellik ve iyiliklere mahkûm ediyor.
Çünkü tüm bunlar, egomuza hizmet ediyor ve ilahi hitabın kıyamete kadar var olacaklar dediği dört puttan biri olan; “Hubel” olarak andığı içimizde büyütüp beslediğimiz “ben” kavramına tazim ediyor.
Her şey çok iyi göründüğü ve bizler de çok iyi olduğumuz için(!) kalp işçiliğimizi tamamladık sanıyoruz!
Bugün bu kadar kötülüğün faillerinin “meçhul” olmasının, karanlığın siyahını bu kadar “artırmasının” sizce başka sebebi var mı?
Farkındalık dileklerimle…