Madem ki yaşamı kendini bulma ve bir olgunluk yolculuğu olarak tanımlıyoruz, öncelikle kabul etmeliyiz ki, bu yolculukta “hayat” denen bilgelik; sunduğu ağır şartlar, yedirdiği yumruklar ile bize yaşama sanatını öğretiyor.
Peki nasıl?
İlahi hitapta bazen Hz. Musa (as)’da olduğu gibi azgın bir devlet terörü; çocukları bir sepete koyup ırmağa attırırken, binlerce annenin döktüğü gözyaşından sinerji yaratarak, ırmağa terk edilerek büyümüş bir çocuğun ruh dünyasında şiddetli bir vicdanî patlamaya dönüşerek ortaya çıkıyor!
Bazen Hz. Yusuf (as) kıssasında olduğu gibi kuyuda bulunmuş bir çocuğun vicdanı oluyor. Bazen Hz. İsa (as) ile ilgili ayetlerde olduğu gibi mabet basıp masaları sandalyeleri yerlere fırlatarak "Allah'ın evini ticarethaneye çevirdiniz" diye haykıran, bu bezirgân din tacirlerini göre göre büyüyen bir çocuğun çarmıha yürüyen dilinde "kelime" oluyor.
Dikkat edin!
Bütün bunlarda öksüzlük, dram, trajedi, yalnızlık ve gariplik var! Hemen hepsi öksüz veya tek başına! Kimisi annesi babası olmama anlamında, kimisi onları bir şekilde kaybetme anlamında, kimisi de toplumu içinde yalnız kalma anlamında acıların göğsünden süt emerek kemale eriyor!
Alemlere rahmet olanın hayatında da durum farklı değil.
Daha dünyaya gelmeden babasını kaybediyor. Dört yaşına geldiğinde annesi sonsuzluğa göçüyor. İçinde yaşadığı toplum tarafından hor görülüyor ve tahakkümlere maruz kalıyor. Onu bir baba şefkati ile büyüten dedesi ile birlikte yoldaşını, Hatice (r.a)’sini kaybediyor.
Bir baba olarak yedi çocuğunun altısını kendi elleriyle gömüyor. Ama peygamberlik vazifesini aldıktan sonra da acı, hüzün ve gözyaşından emzirilerek verilen bu mahrumiyet eğitimi ona “kemal” sıfatına ulaşmanın kapılarını ardına kadar açıyor.
Takdir edersiniz ki mahrumiyet eğitimi alan, acılarından beslenmeyi, acılarını sevmeyi bilen bir insan her şeyden önce elindekinin kıymetini bilir. Yokluk ve acı yaşayan insanların halinden anlar. Zor şartlara karşı dayanıklı hale gelir. Sorumluluk alma, onları taşıma kapasitesi genişler. Her şeyi başkalarından beklemeden bir başına yapmayı öğrenir. Bahane üretmez, zira yaşadıklarının ona sunduğu tecrübeler ile hep önde olur ve hep öncü olur!
Peki bizde durum ne?
Geçmişin kadim öğretileri daha yüksek bir amaç uğruna, benliği reddedip “hiç” olabilmenin hazzını fısıldarken; bugünkü “terapi kültürü” günümüz insanını acıdan, gözyaşından, kederden sıyırma gayreti içinde benliğin evetlenmesini hayatın merkezine oturtuyor.
Oysa ki (yukarda kısmen andığım) yüzyılların birikimi olan kadim öğretilerimiz, gelişme ve olgunlaşma denen şeyin; bir kitaba sığdırılmış sloganik öğretilerle ya da içimizdeki zehri karşımızdaki uzmana aktararak bir iki saatlik terapi ile rahatlamakla değil; hayatın duvarlarına çarpa çarpa, kanaya kanaya, yaşayarak, tecrübe ederek, yaşadıklarından öğrenerek mümkün olabildiğini söylüyor ve hayatın kıyısından bakmayı değil, içinden geçmeyi öğütlüyor.
‘Ben’in ancak ‘biz’ ile var olabileceğini de ısrarla haykırıyor.
Ancak, yaşadığımız çağın paslı ikliminde “insan kalmanın” yol haritasını sunan İlahi beyan; kimi zaman hurafe, kimi zaman gelenek ve kimi zaman da ideolojik çatışmadan kaynaklanan bir herc ü merc içerisinde kayboluyor bugün ve toplum adım adım hassasiyet ve önceliklerini yitiriyor.
Ama olay sadece bu kadar değil!
Bence en vahim ve hududu aşan insanlar olmaktan daha da kötü olanı; anlayamadığımız, bilemediğimiz yahut da dini ve/veya ideolojik karmaşada kaybettiğimiz kutsalların yerine kendi icat ettiğimiz bir inanç anlayışını ve bu anlayışın beraberinde getirdiği birtakım ritüelleri benimsiyor, hayatımıza hâkim kılıyor olmamız.
Oysa ki İslam dediğimiz değerler bütünü; insana bir şey eklemek değil, insana sonradan eklenmiş olan tortuların ayıklanmasına yönelik İlahi bir teklif olup, bu teklif kişinin hür iradesine bırakılmış ve insan denen kutsalı ömrüne yük ettiği cüruflardan ayırarak “mücevher” haline getirebilmek adına bu yol haritası sunulmuştur.
Yani ilahi beyan “seni ben yarattım, bu yüzden seni en iyi ben tanırım, iradene müdahale etmeyeceğim ama benim sana gösterdiğim yol haritasını uygularsan hem mutlu ve huzurlu olacaksın; sözümü dinlersen ötelerde sana üflediğim nefesi de huzura erdireceğim” mesajı veriyor.
Başka bir deyişle İslam, ilahi beyanın ifadesiyle sentetik olmayan, doğal, fıtrat olan “Allah’ın boyası”dır ve kanaryanın sarısı, akikin kırmızısı, gümüşün beyazı gibi fırçaladıkça parlar.
Çağın acıyı, gözyaşını, kederi reddeden imitasyon mutluluklara inat; işte bunun için acılar ve sınavlar, fıtrat boyasını “daha bir canlı” kılar ama onun dışındaki tüm boyalar sentetiktir; fırçaladıkça dökülür.
Bu yüzdendir ki, bu fıtratı unutan ve unutturulan nice insan; kimi zaman bir yakınını kaybetmekle, kimi zaman bir sabah ezanıyla, kimi zaman yüreğine çarpan iki kelamlar ruhuna envai çeşit yolla çalınan o sentetik boyanın, o kir ve pasın sıyrılıp indiğine ve altından fıtratın doğal boyasının çıktığına şahit olup, bunun pişmanlığı akıttığı yüzünü yakan iki damla gözyaşı ile ruhunu yıkar.
Gözümüzün önündeki bu realiteye rağmen neden bu haldeyiz peki?
Zihin torbama aktardığım mümkün mertebe hem düne hem bugüne hem yarına hem de ötelere lazım olacak bilgi dağarcığımdaki malumatı yüreğiminin mengenesine sokup sağdığım zaman anlıyorum ki, biz sanki üç çeşit insan modeli yüzünden bu haldeyiz.
Bunları kendini her türlü hata ve kusurdan “münezzeh” bir şekilde “melek” sanan tipler; kendisinin hiçbir bilgiye ihtiyacı kalmamış ve kendisi “kemal” noktasına erip tamamlanmışçasına kendini “öğreten” rolünde birer “muallim” addeden insan tipi, üçüncü olarak da sadece İlahi bir kudretin yapabileceği düzeyde iş ve sorumluluk altına girip haddini ve hududunu, yetersizliğini ve acziyetini unutarak farkında olmadan “ilahlık misyonuna” soyunan insan tipleri olarak sıralayabilirim ki muhtemelen bu üç insan tipiyle hepimizin kaderleri kesişmiş ve kesişmektedir.
İlk grup olan ve kusursuzluğunu ilan eden insan tipi, pek tabi ki hatadan münezzehliğini, insanlara “melek” rolünde aşikâr bir şekilde takdim etmez. Zira öyle olsa, bilir ki hiç kimse dönüp suratına dahi bakmaz!
Peki ya ne yapar?
Yanıldığını, yanılabileceğini, beşer olduğunu, hep bir hata payı olabileceğini asla kabul etmez. Hata ettiğini söyleyen, onu eleştiren herkesi rakip görür, hatasını düzeltmeye kalkanları ise hasım gibi algılar. Böylelerini mümkün değil eleştiremezsiniz. Çünkü her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür ve bunu her fırsatta “her yaptığım doğrudur” edasında insanların gözüne sokar.
Çünkü irfani deyimle “tuzak kuran” olarak tabir edilen şeytan ve avanesi, yüreğine ektiği vehim ve vesvese ile onu da Âdem babamız ve Havva annemizi “melekleşme ve ebedileşme” tuzağına düşürdüğü gibi ‘mükemmelleşme sanrısı’na düşürmüş ve bu sayede kendi tebessümlerini süslemiştir.
İşte bu nedenle kendini “mükemmel ve kusursuz” zannedenlerin çoğunlukla yan gelip yattığını, hiçbir işin ucundan tutmadığını; buna rağmen “üstünlük” ve “mükemmellik” kendi tekelinde olduğu için(!) hiç kimseyi de beğenmediğini görürsünüz.
Zira kurduğu fikir dünyası “ben yaparsam en güzelini, en mükemmelini yaparım!” üzerine bina edilmiştir. Ama “mükemmellik” dediğimiz şey, insana özgü olmadığı ve pek tabi ki alınan eğitim, mevcut sosyo ekonomik durum, yaşanmışlık adanmışlık ve adanmışlıklarla şekillenen göreceli bir kavram olduğu için doğal olarak “mükemmele” ulaşmaya ve herkesi memnun etmeye gücü yetmez. Elinden geleni yapmaya da razı gelmez , çünkü yaparsa “en iyisini” yapmasını gerektiğine inanır. Dolayısıyla bu tür insanların topluma ve insanlığa değer katmak, insanlığın kanayan yaralarına pansuman yapmak adına hiçbir şey yaptığına şahit olamazsınız.
“Ben her şeyi bilirim”, “bu yüzden bensiz olmaz” edasındaki ikinci tip insan modeli de aslında bunu ilan etmezler; hatta belki de böyle bir şeyi akıllarından dahi geçirmemişlerdir.
Ancak onlar, kendilerinin ‘özel’ olduğunu düşünen, etraflarındaki eş, dost, ahbaplarının da de öyle düşünmelerini isteyen tiplerdir. Zira onların hatalarında hikmet, unutmalarında saffet, tokatlarında şefkat vardır.
Bu tür insan modelleri, kendilerini olumlu her faaliyetin “olmazsa olmazı” kabul ederler ve tüm cümleleri genellikle “ben olmasaydım” ile başlar.
Yani bunlar da tuzak kurmakta “mahir” olan şeytanın üfürük ve vesveselerine esir olup, tebessümlerini süslemeye başlamışlardır.
Üçüncü tip insan modeli genellikle ellerimizdeki veya gözlerimizin önündeki ekranlar marifetiyle tanış olduğumuz insan tipleridir ve bu tür insanların genelde “insan üstü” güçleri vardır.
Bu tür tiplerin aynı anda hem siyaset hem futbol hem magazin hem deprem hem cinayet hem din hem kültür hem sanat programlarında “ateşli” tartışmalara girdiğini görürsünüz. Andığım tüm konularda “mutlak” bilgi sahibi, hatta “otoritedirler.”
Sanırsınız ki toplasan kırk ya da bilemedin en fazla elli yıllık ömürlerinde saydığım tüm alanların okullarını okumuş, bu alanlardaki ihtisasını tamamlamış ve hepsinden “pekiyi” derecede diploma almışlardır.
Özellikle son dönemde alevlenen dini tartışmalarda soyundukları dava adamı rolünün ayrılmaz parçasıdırlar. Çünkü dava “onlarsız” olmaz ve varlıklarının davalarına onur kattıklarını zannı içinde, soyundukları davanın onları “onurlu” kıldığının farkına dahi varmazlar.
Peki bu insanlardan uzak mı kalalım?
Hayır, tabi ki!
Öyleyse çözüm ne?
İlahi hitabın ilgi çekici bir anlam derinliğine sahip olan ve hepimize okul yıllarında “Ebu Leheb’in elleri kurusun” olarak öğretilen Tebbet Süresi, yazık ki bu anlam derinliğine ulaşılamayan ve “yaşandı bitti” gözüyle bakılan yani mehcur bırakılan (terkedilen) sürelerden biridir.
Kıyamete kadar korunacak bir evrensellik üzerine bina edilen; her çağ ve topluma hitap eden bu dili anlamaya çalıştığımızda göreceğiz ki Yaratan kudret, “Ebu Leheb’in elleri kırılsın” demiyor, “kurusun” diyor.
Neden dil veya başka bir şey değil de “el” peki?
Çünkü Araplarda “el” güç ve servetin sembolüdür. Süre’ye adını veren “Tebbet” kelimesinin Arapça karşılığı ise “kurudu” demek.
Küfrü, yani “sevgisizlik, merhametsizlik, adaletsizlik, kin, nefret, düşmanlık” gibi insanı insanlıktan çıkaran tüm kavramları, bir bataklığa benzettiğiniz zaman iman iddiasında olan bireye, bu bataklığı “yok etme” görevi verilmiyor. Tam aksine bu bataklığı “kurutma” yani verimsiz araziyi verimli hale getirme görevi veriliyor.
Çünkü ancak bu sayede günaha, kötülüğe sebep olan her ne varsa, sevgi ve merhamet karşısında kuruyacak ve orası “adaletin” buram buram koktuğu verimli bir arazi olacaktır.
Zannımca bu, anlam derinliği kendinin uzağında yaşamayı marifet zanneden çağımız insanına “özüne yaklaş” anlamına gelen bir işaret fişeğidir ve dikkat edilirse hep söylediğim gibi “yok etme” yok, düşman olmak yok, ötekileştirmek yok, nefret yok.
İnsanları kınamadan, azarlamadan, suçlamadan bağrına basan kollar; manevi yaralarını saran, kırık gönüllerini onaran, üşüyen ruhları ısıtan şefkatli “eller” ancak böyle inşa ve ihya eder!
Çünkü imtihan yok etme değil “yaşatma” üzerine; günahkara değil günaha düşmanlık üzerine; bebeği değil altındaki kirli bezi atmak üzerine kurulu!
En ufak bir yanlışta insanların “ilahı” kesilenlere, Rahman’ın tahsildarıymış gibi hareket edenlere, kendini kurtarmış gibi onu bunu ateş ehli ilan edenlere bundan âlâ bir manifesto olabilir mi?
İlle de rol arıyor, birilerini yargılıyorsak, kendi senaryomuzu yazarak hakkaniyet kantarına kendimiz tek başına çıkalım.
Ama önce “biz” kimiz, ona bir karar verelim.
Zira, bilginin “diploma mühründen” kurtulduğu ve hemen her tür bilgiye bir tuşla ulaşılan bir çağdayız. Bu yüzden de kimseye “sus konuşma!” demenin, “senin aklın ermez!” türünden yaklaşımların tutarlı bir yanı yok. Artık konuşulacak, yazılacak, çizilecek ve şirazesi kaymış bu paslı iklimde buna kimse engel olamaz.
Ama sanki “kimlik” olmadan kişilik de olmuyor.
Kimliğin inşası için de liyakatsizliğini ideolojik kimliği veya sadakatiyle, ehliyetsizliğini laf cambazlığıyla, beceriksizliğini şark kurnazlığıyla, tembelliğini cazgırlığıyla örtenlerin yerine, gerçekten liyakat, ehliyet, gayret ve adalet duygusu taşıyan şahsiyetlerin yetişmesini yüreklerimize yük etmemiz gerekiyor.
Bu yüzden bilmeyenlerin, hatta bilmediklerini de bilmeyenlerin konuştuğu kadar, “bilenlerin” de konuşması gereken ve bu koyu cehalet kadar bilenlerin de cesur olması gereken bir çağ bu.
Zira bu dönemi kapkara bir geceye benzetirsek; “bilenler”, bu gecenin semasında parlayan canlı ve ışık saçan cinsten yıldızlarımız olarak parlamalı.
Sanırım “fikir işçiliği” yapabilmek, (en azından kendi adıma) bu yüzden bu kadar önemli!
Çünkü farkındayım ki, bilgi “yıkılmaz bir krallık” ve bu krallığa giden yol, kitapların arasından geçiyor. Bu yolda yürüme zahmetine katlanıp, bedelini ödeyerek bu yürüyüşü tamamlayanlar ise sözün gücüyle “bilgelik” kazanıp insanlığın kanayan ruhlarını pansuman ediyor!
“Bilmediğimi” bildiğimin farkında; okuduğum her satır, bitirdiğim her kitapla biraz daha küçülen biri olarak, İlahi hitabın deyimiyle “kendimi israf edenlerden” olmamak adına belki de bu yüzden gönlüm hep kendimizden “haberdar” olmanızı istiyor.
Yüreğim, insan denen varlığı fıtratından uzaklaştırma ve kimliğinden soyutlama girişimlerine karşı bir hassasiyet, bir sancı oluşturmak; gönül coğrafyamızın düşen mevzilerini yeniden kurtarabilmek, insanlığın sızısını içimizde sürekli diri tutmak istiyor.
Müslüman denen öksüz aktörün, özne olmaktan kaçtığı bu çağda o sancıdan sizde geriye ne kaldı bilmiyorum ama hızla geçen zaman, içimizden hesap sormamız gerektiğini fısıldıyor.
Farkındalık temennisiyle!