İslâm coğrafyasında Şeyh Abdulkâdir Geylânî’ye (Ö.1165-66) nisbet edilen Kâdiri tarikatından sonra en yaygın tarîkat Nakşibendiliktir. Nakşibendi Tarîkatı Bahâeddin Nakşibend’in (Ö.1389) halifelerinden Alâeddin Attâr (Ö.1400), Zâhid Bedahşî ve Muhammed Pârsâ (ö1420) tarafından geniş alanlara yayılmıştır.

 İmâm Rabbânî (Ö.1624) zamanında ise önce Hindistan ardından batıya doğru uzanan geniş bir bölgede etkili olmuştur. İmâm Rabbânî bu tarîkata yeni bir boyut kazandırarak tarîkata “Müceddidiye” kolunu kazandırmıştır.

Nakşibendi tarîkatı, Nakşibendiliğin Müceddidiye koluna mensup olan Hâlid el-Bağdadî (el-Kürdi) ile birlikte Nakşibendiye-Hâlidiye olarak anılmaya başlanmıştır. Hâlidiye ayrı bir tarîkat olmaktan ziyade Nakşibendilik içinde kolbaşı görevini üstlenmiştir.

Mevlâna Hâlid Bağdadî el-Kürdi, İmâm Rabbâni’den sonra Nakşibendilik içerisinde en etkili ikinci kişi olarak kabul edilmiştir. Hâlidiliğin yayılma alanlarına bakıldığında Anadoluda ve Balkanlar genel yayılma alanlarıdır. Anadoluda ise, özellikle de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaygınlık kazanmıştır.

Doğumu ve Ailesi [Mîr Ailesi (Mala Mîr)]

Arapkendî 1911 yılında Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Bayındır (Arapkend) köyünde doğmuştur.  Bismil’in Güneydoğusunda yer alan köy, merkeze 20 km. uzaklıkta, Savur Çayı’na yakın yüksek bir yerde kurulmuştur. Köy, çevrede Mîr Ailesi (Mala Mîr) adıyla bilinip tanınmaktadır. Bu ailenin soyunun Cizre ve çevresinde hüküm süren beylerle birleştiği bilinmektedir.

Asıl adı Muhammed Şerif olan Arapkendî, küçüklüğünde halk arasında “Muhammed” diye çağrılmıştır. Babasının adı Yusuf, annesinin adı ise Rabia Hatun’dur. Annesi Mirzabey (Mirzebega) köyünden olup nesep bakımından Abbasi olan Şeyh Abdulkadir’in kızı ve Şeyh Abdurrahman’ın kardeşidir.

Arapkendî, anne tarafından da bilinen ve tanınan bir aileye mensuptur. Kendisinden yaşça büyük ve ondan önce vefat eden Hacı Mehdi adında, cömert ve ihlâslı bir erkek kardeşi vardır. Kız kardeşi ise yoktur.

Arapkendî, Hz. Hüseyin (r.a)’e kadar ulaşan seyyid bir sülaleden gelmektedir. Soyu Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde tanınan ve Rifâi tarîkatının büyüklerinden olan Bube Hazretleri vasıtasıyla Hz. Hüseyin (r.a)’e ulaşmaktadır.

Onun Bube Hazretleri’ne kadar ki şeceresini şöyle sıralayabiliriz: Arapkendî, Yusuf’un; Yusuf, Seyyid Muhammed’in; Seyyid Muhammed, Zennûn’un; Zennûn ise Şeyh Muhammed’in oğludur. Şeyh Muhammed’in kabri günümüzde Batman’ın Gercüş ilçesine bağlı Bagas köyünde, halkın ziyaretine açık bulunmaktadır.

GENÇLİĞİ

Arapkendî, daha çocukken babasını kaybetmiş ve böylece annesi Rabia Hatun’un himayesi ve terbiyesinde yetişmiştir. Rabia Hatun, elinden geldiğince oğlu Muhammed’i en iyi şekilde yetiştirmeye çalışmıştır. Çocukluğunu doğup büyüdüğü Arapkend köyünde geçirmiştir. Arapkendî, annesinin yönlendirmesi ve teşvikiyle ilk dini eğitimini dönemin köy imamı olan Molla Sait’ten almıştır.

Güçlü ve keskin zekâsı sayesinde hayatının ilk yıllarında bile arkadaşları arasında temayüz etmiş ve etrafındakilerin dikkatini çekmeyi başarmıştır. Keskin zekâsı sayesinde medrese ilimlerini kısa bir zamanda kavrayan Arapkendî, Kur’ân tilavetini yüzünden okumayı öğrenmiş, ardından namazın tesbihat ve duâlarını ezberlemiştir.

Allah Teâlâ Celle Celaluhu, bu küçük yavrucağı temiz ve salahiyetli bir anne ve babaya, asil bir soya ve bütün bunlara ek olarak Allah’ın ona bahşetmiş olduğu eşsiz bir zekâ ve güçlü bir hafıza yeteneğine sahip kılmakla sanki onu gelecekte çok önemli bir göreve hazırlamak istemiştir.

Temiz ve dindar bir ailede yetişip büyüyen Arapkendî, 1922'de 12 yaşında medrese eğitimine başlamış ve gençliğini medreselerde ilimle geçirmiştir. Ne var ki daha gençliğinin ilk yıllarında şiddetli baş ağrısına yakalanarak büyük sıkıntılarla karşılaşmıştır. O, bu hastalığıyla ilgili şu ifadelere yer vermektedir: “Gençliğimden bu yana sağlığım bakımından bir gün olsun rahat yüzü görmedim. Zira hastalığım günbegün ağırlaşıp ilerlemektedir.”

Arapkendî’nin başına gelen çeşitli hastalıklar, özellikle de baş ağrısı, kendisinin diğer talebelerin çalıştığı kadar çalışmasına engel olmuştur. Hatta medrese arkadaşlarından biri şöyle demektedir: “Muhammed, sadece ders okuyacağı sırada kitabı eline alır, onun dışında kitabı kenara bırakıp ağzını açmazdı. Ancak keskin zekâsı, üstün kabiliyeti ve söylenen her sözü söylendiği anda ezberleyebilme yeteneği kendisi için yeterli olup onu diğer arkadaşlarından üstün kılmıştır.”

Aslında saydığımız bu özellikleriyle o, sadece arkadaşlarını geçmekle kalmamış, aynı zamanda kendilerinden ders okuduğu bazı hocalarını da geride bırakmıştır. Talebelerinden Molla Salih Ekinci’nin ifade ettiğine göre kendisi: “Ben hangi hocanın yanında okuduysam ondan daha bilgiliydim. Ancak ben, bazı hocalardan çeşitli ilim dallarındaki ıstılahatları onlardan dinlemeye muhtaçtım” demiştir.

Medrese eğitimini tamamladıktan sonra icazet alıp köye dönen Arapkendî, imam hatiplik görevi yapmaya başlamıştır. Babasının dayılarından olup Bismil’e bağlı Mirzabey köyünde dünyaya gelen Şeyh Abdurrahman’ın kızı Saliha Hatun’la evlenmiştir.

 Şahsiyeti

İsrafı sevmemiş, en ufak bir şeyin dahi değerlendirilmesini istemiştir. Camiden eve döndüğünde yolda bulduğu çalı çırpı ve odun parçalarını toplayarak eve getirmiş, misafir ve talebeler için yapılacak yemeklerde yakacak olarak kullanılmasını istemiştir.

Sade bir hayat yaşamayı yeğlemiş, gösterişten, lüks ve israftan kaçınmıştır. Temiz ve güzel giyinmeyi sevmiş, elbisede beyaz ve siyah renkleri tercih etmiştir. Sarığı sade, basit ve normal büyüklükte olmuştur. Sakalı kısa olup bir tutamı geçmemiştir.

İlim Ahlakı

Arapkendî, muazzam medrese geleneğinin, müderris ve mürşid neslinin son temsilcilerinden biridir. Bölgemizde yetişmiş birçok âlimin mürebbisi, hocası ve mürşididir. Derin bir ilmi kavrayışa, keskin bir zekâya ve güçlü bir hafıza yeteneğine sahiptir.

Özellikle sarf, nahiv, beyân, belâgat, bedîi, mantık gibi âlet ilimlerinin kaynaklarını ezbere bilecek kadar zekidir. Onun çağdaşı ve akranı olan Molla Abdulvahhab’ın, ilmi kavrayışı ve dehası hakkında: “Şayet sarf, nahiv, meânî, beyân gibi âlet ilimleri yeryüzünden silinip giderse Arapkendî’nin, bu ilimleri en ince noktalarına kadar tekrar hafızasından çıkarıp yerleştireceğine inanıyorum” demesi ilimdeki konumunu göstermesi açısından iyi bir örnek teşkil etmektedir.

Muğlak, müşkil ve zor konuları çözüme kavuşturduğu gibi, uzlaşma sağlanamayan münakaşalı meselelere de mutlaka bir izah ve açıklama getirmiştir. İlmi birikimi ve seviyesi yüksek müelliflerin seviyesinde olup onlardan aşağı kalır tarafı yoktur. Zira ders verirken şârih ve mühaşşilerin görüşlerini tenkit etmiş, konuyla alakalı daha isabetli görüşler serdetmiştir. Onun bu özelliğine, yıllarca rahle- i tedrislerinde okumuş talebeleri yakinen şahit olmuşlardır.

 Tasavvufî Kişiliği

Arapkendî, Kur’ân ve sünnetin ölçülerine bağlılık hususunda son derece hassas davranan, yaşayışıyla Kur’ân’ı Kerîm’i içselleştiren bir insandır. Gereksiz yere konuşmayı sevmemiş, ihtiyaç hâsıl olduğunda da kısa ve öz bir şekilde muhatabın seviyesini gözeterek konuşmuştur.

Bütün işlerinde aceleci olmak yerine temkinli olmayı, düşüncelerinde de idealist ve hayalperest olmak yerine gerçekçi olmayı tercih etmiştir. İlmi olsa bile tartışmaları sevmemiş, kimsenin ayıbını, kusurunu araştırmamıştır. O, mütevazı kişiliği, ilmi tecrübesi, davranışları ve takvâsıyla çevresindeki herkesin beğenisini ve takdirini kazanmış, deyim yerindeyse sevenlerinin kalbinde taht kurmuştur.

hd: Allah’a yönelenlerin, her şeyden sarf-ı nazar ederek, O’nun rızâsına tâlip olanların ve tevekkül ehlinin ilk basamağıdır. Mâsivâdan sıyrılma olarak da bilinen zühd, Allah’tan başka her şeyin, kalpte önemini yitirip kaybetmesidir.

Hedef ve amaçları arasında fâni şeylerin önceliği olmadığı gibi dünya ve ukba arasında bir denge kurarak birini diğerine tercihte de bulunmamıştır. O kadar mütevazı ki, edepten, ayaklarını uzatmamış, dizleri üzerine oturmuştur. Sırtını duvara dayarken araya yastık dahi bırakmamıştır.

Az yemiş, az uyumuş, az konuşmuş ve az dinlenmiştir. Şüpheli şeylerden kaçınmış, mübahlarda ise ölçülü davranmıştır. Midesini tıka basa doldurmadığı gibi dünyevi zevklerin de esiri olmamıştır. Rabbine tevekkül etmiş, fakirlik endişesi taşımamış, çalışıp kazandığını biriktirmeyerek ailesine ve misaferlerine harcamıştır. Kısacası o, nefsin dünyadaki bütün zevk ve lezzetlerini bırakmış ve terk etmiştir.

Onun zühdüne bir örnekte Batman’da inşa ettirdiği Masumiye Camii’nin hemen yanında, içinde ev yapılmak üzere bir arsa satın almasıdır. Arsa alındıktan hemen sonra evin inşaatına başlanır ve nihayet inşaatın tamamlanmasıyla da sıra tapu işlemlerine gelir, talebelerinden Molla Muhammed Şerif Eroğlu huzura çıkarak: “Tapuyu kimin adına yapalım” diye sorduğunda, kendisi de “Cami adına yap.” diye cevap verir. Bunun üzerine tekrar söze giren Molla Muhammed Şerif: “Efendim cami adına değil de adınıza yapalım, belki ileride size lazım olur.” diye ısrar eder. Molla Muhammed Şerifin ısrar ettiğini görünce onu sert bir şekilde uyaran Arapkendî, şunu dile getirip meseleyi kapatır: “Benim kabre tapu ile girmeyeceğimi bilmez misin? Git ne yaparsan yap!” Kendileri daha sonraları bu evi cami lojmanı olarak bağışlamıştır.

Takvâ: Cürcânî’nin ifadesiyle takvâ, kişinin kendisini; kaçınmayı gerektiren fiillerden uzak tutarak korunması şeklinde tanımlanmıştır. Aynı zamanda takvâ, dinin emir ve yasaklarına riayet edip, onları eksiksiz bir şekilde uygulamaktır.

Ebu Osman da takvâyı: “Kişinin sınırlarını bilmesi ve onu ihlal etmeyip aşmamasıdır” şeklinde tanımlamıştır. Mansur b. Ammar (ö.840) da takvâ hakkında: “Kul için en iyi kisve tevazu, alçak gönüllülük ve nefsi ezme olurken, ârif için ise en iyi kisve takvâdır.” diyerek şu ayeti zikretmektedir: “Takvâ (Allah’a karşı gelmekten sakınma) elbisesi var ya işte o daha hayırlıdır.”demiştir.

Arapkendî, hayâ duygusunun ayaklar altına alınıp çiğnendiği, açılıp saçılmanın normal bir şekilde karşılandığı bir zamanda takvâsından hiçbir şekilde ödün vermemiştir. O, günahın küçüğü ile büyüğü arasında bir ayrım yapmadan münkerden sakınmıştır. Onun takvâsına ve şeriate bağlılığına dair zikredeceğimiz şu örnek özellikle ilgi çekicidir.

Havaların çok soğuk olduğu bir kış gününde bir grup arkadaşlarıyla treni beklerken, istasyon şefi kendilerini odasına davet etmiş onlar da bu davete icabet ederek içeri girmişlerdir. Fakat odaya girdiklerinde odada sırtı dönük bir bayanın oturduğunu fark edince şefe: “Odada kadının bir yakını var mı?” diye sormuş. “Hayır” cevabını alması üzerine, soğuk havaya aldırış etmeden ve halvet olur endişesiyle hemen dışarı çıkmıştır.

Cömertliği ve Misafirperverliği

İslâm dini yardımlaşmayı, paylaşmayı ve misafirperverliği insani ve ahlâki bir görev olarak telakki etmektedir. Misafire hem kapımızı hem de gönlümüzü açmak dinimizce övülen en güzel davranışlar arasında gösterilmektedir.

Cömertliğiyle bilinen Allah’ın (Celle Celaluhu) dostu, Hz. İbrâhim (a.s); sofrasında misafir bulunmadıkça yemeğe oturmamıştır. Rivayete göre bir defasında evine üç gün boyunca misafir gelmeyince yemeğe oturmak için kapı ve pencerelerden misafir bakınmaya başlamıştır. Bu sırada kapısına kendisini tanıyıp bilmediği bir Mecûsî gelince onu misafir etmek istemiştir. Fakat gelenin Mecûsî olduğunu anlayınca da kapısından savuşturmuştur. Bu davranışından ötürü Allah Teâlâ Hz. İbrâhim’i itab edince mecûsînin peşine düşerek onu bulup ağırlamıştır. Mecûsî, Hz. İbrâhim’in bu iki farklı tutumunu merak ederek sorunca Hz. İbrâhim kendisine durumu anlatmış ve Mecûsî duygulanarak “Ne iyi Rab, düşmanı için dostunu azarlıyor” diyerek Müslüman olmuştur.

Cömertliğiyle ünlü Hâtemî Taî’nin oğlu da Hz. Peygamber (s.a.v)’e geldiğinde, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hemen sırtındaki ridasını çıkarmış ve altına sererek:“Bir kavimden eliaçık biri size geldiğinde, ona ikramda bulununuz” buyurmuştur.

O, misafirleri ve misafir ağırlamayı çok sevmiş, hatta onların çokluğu ona güç ve kuvvet vermiştir. Misafir sayısında düşüş olduğunda üzülmüş, âdeta hastalanır gibi olmuştur. Yaptığı sohbetlerin birçoğunda: “Ne kadar hasta olursam olayım, misafir gelince tüm sıkıntılarım kaybolur, onlarla sohbete başladığım zaman kendimi çok rahat ve huzurlu hissederim” buyurmuşlardır. Onun sohbetinde bulunan ve onu tanıyan herkes, onun bir an bile misafirsiz yapamadığını bilmektedir.

Hastalandığı sıralarda hastaneye gelip kendisini ziyaret etmek isteyenler ilgili görevliler tarafından engellenince, “Gelen misafirlerle görüşmeme müsaade etmiyorsunuz.” diyerek hastanede yatmayı kabul etmemiş ve tüm misafirlerin onu kolayca ziyaret edebileceği bir otelde kalmayı istemiştir. Onun bu isteğine karşı çıkanlara “Misafirsiz duramam. Keşke Allah müsâade etseydi, kabirde birkaç hoca arkadaşı misafir edebilseydim.” diyerek karşı çıkmıştır.

 O, vermeyene vermek, gelmeyene gitmek, haksızlık ve zulüm yapanı affetmek gibi Rasûlullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’ın yüce ahlâkından pay edinmiştir. Cimrilikten olabildiğince kaçınmış, cömertlikte ise îsâr (başkasını kendine tercih etmek) derecesine varan yüksek ahlâki değerlere sahip olmuştur.

Müderrisliği ve İlme Yaptığı Hizmetler

Arapkendî, medrese geleneğinde kendilerine sıra kitapları (ilmê rêzê) denilen kitapları bitirdikten sonra ikamet ettiği köyde imamlık görevine başlamıştır. Fakat cumhuriyet döneminin medreselere olan baskıları nedeniyle ilmi faaliyetleri bir süreliğine inkıtaya uğramıştır. Ancak Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte medrese ve âlimlere reva görülen baskı ve zorbalıkların yumuşamasıyla tekrar talebe yetiştirmeye başlamıştır.

Arapkendî, talebe yetiştirme ve ilim hizmetine doğduğu köyde başlamıştır. Burada ilk olarak camiye bitişik olup oldukça sade ve mütevâzı bir oda ve bir hol yaptırmıştır. Başlarda ilim hizmetine birkaç talebe yetiştirmekle başlasa da ilmi kabiliyeti ve vukufiyeti etrafa yayıldıkça, ilim ve irfan halkasına dâhil olanların sayısı günbegün artmaya başlamıştır.

Arapkendî, imkânsızlık ve yokluk içinde yıllar boyu onlarca ilim talebesi yetiştirmiştir. Hane sayısı 10’u geçmeyen Arapkend köyünün zekâtının üçte biri ve beslediği birkaç küçükbaş hayvandan elde edilen gelirle bu ulvi hizmeti ifa etmiştir. Köyün gelir kaynakları az olduğu için elindeki kaynakları olabildiğince tasarruflu kullanmıştır.

Arapkendî, yaptığı birtakım sohbetlerinde talebelerine yaptığı hizmetle ilgili şu ifadelere yer vermiştir: “Talebelerime yaptığım hizmet ve verdiğim emeklerden hiçbiri için kendilerine minnette bulunmam. Ancak onlar için yaptığım içten rehberliğin hesabını sorarım. Zira ilimde yükselme yolunda onları yetiştirmek için var gücümle çalıştım. Onların da bu çabamın hakkını vermeleri gerekir.”

DERS VERME YÖNTEMİ

Bütün medreselerde âdet olduğu üzere Arapkendî de talebelerini dizinin dibinde oturtarak derse başlamıştır. O, derslerini genelde şifâhî olarak aktarmış, fakat ders esnasında talebeye istediği kadar soru sorma fırsatını da tanımıştır. O, talebenin anlama seviyesine göre ders anlatmıştır. Talebeler arasında dersi geç kavrayan ya da anlamada güçlük çekenler olduğunda da hiç bıkıp usanmadan tekrar tekrar anlatarak dersi anlamalarını sağlamıştır.

Tâliplik seviyesine ulaşmış talebelerin dersini verdiğinde ise, onların ders esnasında vermiş oldukları mücadelelerine katılmış, sordukları sorulara tam cevaplar vererek kafalarındaki müşkülleri gidermiştir. Bundan dolayı da bir dersin bir buçuk bazen de iki saat sürdüğü olmuştur.

Arapkendî talebelerine ders vermekle kalmayıp belirli zamanlarda kendileriyle sohbet etmiş ve onlara ilmin en kolay, en yararlı ve en kısa yollarını göstermeye çalışmıştır. Onlara tahsil hayatları sonrasında neler yapmaları gerektiğiyle ilgili olarak ayrıntılı bilgiler aktarmış ve kendilerine bir nevi rehberlik etmiştir.

 

Kaynak: Erol Baran